
Aynı Kıta, Başka İklim
Yatağına uzandı yüz üstü. Başını yatağa gömerek derin bir nefes aldı ancak burnuna dolan kokuyla yüzünü buruşturdu. Koku, bütün heybeti ile dört bir yanı sarmış; yorganının, yastığının üzerine sinmişti. Yüzünü buruşturmasının sebebi ise kokunun onda içini gıdıklayan cinsten bir ruh tutulması yaşatmasıydı. Sanki kokunun alt notasında geçmişi, üst notasında ise şimdiki zamanı gizliydi. Burnunun direğini sızlatan koku, notaları arasında gezinip duruyor ve sinsi bir gezgin gibi zihninde volta atıyordu.
Henüz birkaç saat önce yaşananları, şimdiki zaman diliminde izleyebilmek için kafasını kaldırdı ve boş odaya baktı. Kendisinden başka herkesin kimsesiz dört duvar göreceği odada o, gülüşen iki insan görüyordu. Yüzüne istemsizce bir gülümseme oturdu ancak gülümsemesi yüzünde eğreti durdu. Çünkü onu gülümseten bu iki insanın hayali, mutlu bir senaryoya değil acıların ve kederli yılların üzerine kurulmuş bir ana aitti. Bunu fark ettiğinde gülümsemesi soldu ve sessizce onları izlemeye devam etti.
Sonradan bakınca her ikisi de yaramaz çocuklara benziyorlardı sanki. Beraber eğleniyorlar, gülüşüyorlar ve sohbet ediyorlardı. Bir anlığına bu iki hayaletin hep böyle kalmalarını istedi: Beraber eğlenmekten keyif alan, şakalaşan iki iyi arkadaş… Solan gülümsemesi yüzüne tekrar yerleşti. Belki, diye düşündü, belki başka bir dünyada gerçekten iki iyi dosttular ve hayat onların üzerine hiç gölgesini düşürmemişti. Belki yalnızca sevmeyi ve sevilmeyi beceremeyen iki insandan fazlasıydılar orada. Böyle bir dünyanın ihtimaline gülümsedi işte, çünkü boş odada gördüğü bu iki hayaletin bir yerlerde gerçekten böyle olduklarını bilmek; aslında hiç iki arkadaş olamadıkları gerçeğinden daha mutluluk vericiydi.
Yavaşça silikleşti hayaletler odanın ortasından. Gözlerini kırpıştırdı ve bakışlarını yatağına çevirdi, şimdi ikisinin de dudakları birbirini bulmuştu. Gülümsemesi bir kez daha, bu sefer daha keskin bir biçimde silindi. Tarihin en soluk öpüşmesi yaşanıyor gibiydi, ruhları birbirine karışmıyor ve bedenleri iki yabancı gibi birbirinden bağımsız duruyorlardı. Ne garip diye düşündü, hayatı boyunca belki de gerçekten tanımaya en yaklaştığı ruha hiç dokunamıyor oluşu ne garipti! Dünya üzerindeki var olmuş bütün düzenlerde dahi en tanıdık hissettirecek bedenin o an karşısında yabancı gibi var olması, ne garipti. Dudaklarını birbirine bastırdı ve iç çekti.
Ona dokunmak, cehennemin kapısını aralamak gibiydi; sıcaklığı içini ısıtıyordu ancak öte yandan içeriye adım attığı anda yanacağını biliyordu. Her ikisi de ateş ve barut gibi birbirini fitilleyen tehlikeli bir silaha dönüşüyordu sanki. Ne ona dokunmamak mümkündü, ne de dokunmak. Sonra, ona dokunmanın mümkün olduğu o nadir anlardan birine geri çekildi bakışları. Şimdi yatakta yalnızca uzanmış, sohbet ediyorlardı. Biraz alaycı, biraz ciddi birkaç cümleden ibaret bu sohbet kendisinin bu dünyadaki en büyük sınavıydı. Veremediği tek sınavı… Karşısındaki hayaletten kurtulmasına engel olan en büyük nedenlerden birisi de tam o anlarda sırt üstü yatıyordu işte. Onunla sohbet etmek, belki ona dokunmak ve hatta dokunamamak; henüz bulunmamış bir kıtada yaşamaya benziyordu. Sanki etraf el değmemiş güzelliklerle bezeliydi, kalabalıktan yoksun, sukünet dolu bir yalnızlık gibiydi: iki kişilik bir yalnızlık gibi… O kıtada yaşamak, dünyanın adi düzenini ve kabul görmüş bütün doğruları terk etmek gibiydi; İnsanlıktan soyunmak ve yapman gereken tek şey kendin olmakmış gibi bir yüksüzlük haliydi. Bu yüzden bütün bunları onunla yaptığı her anı çok seviyordu.
Bunları düşünürken içi burkuldu, çünkü bütün bu düşünce kalabalığının ve anı birikintilerinin yalnızca onun için öyle olduğunu biliyordu. Birkaç dakikadır izlediği bu iki hayalet buluştukları kimsesiz kıtayı dahi farklı görüyorlardı. Tek bildiği, ikisinin de o kıtada buluşmayı sevdikleriydi. Son kez, bu sefer kocaman gülümsedi, koku yine burnuna çalındı ve derin bir nefes aldı.
Şimdiki zamana geri döndü ve yüzünü yastığa bastırdı. Yaşadıklarından öğrendiği bir şey varsa o da şuydu: bazı neşeler acının üzerine kuruluydu, bazı kahkahalar en yüksek haykırışlardan sonra doğardı ve kendini bulmak denen kuruntu ise bazen kendini tamamen kaybetmekten geçerdi. O ise acılarının üzerine kurulmuş neşesi, en yüksek haykırışlarının ardından gelen kahkahaları ve kendisini defalarca buldurun en büyük kaybedişti. İşte böyle anlarda savaşmayı bırakmak ve kabul etmek lazımdı. Bazen kazanmak, savaşmayı bırakmak ve olanı olduğu gibi kabul etmekten geçerdi.
Bir derin nefes daha aldı. Birkaç saat öncesi odasında asılıydı hala, kendisi ise farkındaydı. Doğruyu ve yanlışı kovalamayı bırakmıştı. Sessizce olanı, olduğu gibi kabul etti sonunda. Bugünü, dünü, yarını ve belki de yaşanamamış her şeyi yaşadıkları ile beraber, bir bütün olarak kabul etti.
Gülümsemesi genişledi.

