Deneme

Bir Başkası

Eline arkası kırılmış kalemi aldı, önünde boş bir kağıt, yazmaya başladı, “Sevgili yalnızlık, biliyor musun sen bugün bir başkasının koynundasın. Şimdi yanımda olmamandan olsa gerek, yalnız dahi hissedemeyecek kadar tek başınayım ama içimi bir gör! Nasıl cümbür cemaat düşünceler, nasıl kalabalık içimde kelimeler…” Titrek bir iç çekti. Yalnızlığının çalınması onu hezimete uğratmamış ancak kıskandırmış gibiydi. “Senin yerinde olmayı dilerdim aslında. O zaman bir başkasının yanında ben soluklanırdım. Seni paylaşırdık belki ve işte o zaman yokluğun bu kadar ağır gelmezdi omuzlarıma.”

Son günlerde içi tam bir meydan muharebesiydi. Düşünceler çarpışıyor, hiçbir fikir sağ çıkmıyordu. Ya duygular? Öleyazan duyguları son kurşunu yer gibiydi soru işaretlerinden. Hiçbir soru işareti noktalanacak kadar küçük değildi. Her biri büyük harflerle yazılmış kocaman birer çıkmazdı içinde. Üstelik ruhu soluk bir tona bürünmüştü bugün.

“Sevgili yalnızlık, ben bir başkasının içimdeki yerinden hiç hoşnut değilim. Bir başkası bahsettiğim kişi biliyorum, sadece bir başkası… Ama nasıl bir tanıdık içimde, ama nasıl kendimden bir parça gibi var yeryüzünde. Varolmuş bütün duyguların toplamı gibi bir kaos hakim yüreğimde; nefret bacak bacak üstüne atmış onu bekliyor, mutluluk yarım kalmış ve son bir kere daha onun dilencisi, hüzün kollarını açmış da onu bağrına basıyor, öfke desen bir masa da o çekmiş… Geri kalan bütün duygular seyirci gibi dikiliyor bir köşede, arada bir varlıklarını hissettiriyor ancak tam anlamıyla boy gösteremiyorlar içimde. İşte tam olarak böyle hissediyorum ben bugün. Bütün duyguları bağrıma basarak savaşıyorum kendimle.”

Bir başkasını düşündü önce, ardından yalnızlığı düşledi. İnsan bir başkasının yalnızlığını dahi kıskanır mıydı? Yüzüne buruk bir gülümseme kondurdu. Yazdıklarını buruşturdu birden. Kelimeler içinin ağırlığını taşıyamıyordu işte. Buruşuk kağıdı fırlattı odanın köşesine bir yere. Sonra kalemi aldı tekrar ve bir masal yazmaya başladı.

“Bir varmış bir bir yokmuş, zamanın birinde bir krallık varmış.” Keşke cümleler onun yerine konuşsaydı, diye düşündü. Keşke o krallığın ‘bir başkasına’ ait olduğunu ve bu krallığın nasıl uzak bir ülkede, nasıl girilmesi zor bir medeniyet olduğunu yazabilseydi. Bütün odağını topladı. “Yalnızlığın cirit attığı, duyguların yok sayıldığı ve hayatın anlamsızlaştığı bir krallıkmış burası. Sadece çok az insanın bildiği ve daha azının girebildiği bu krallık uzaktan güneşi ağırlayan, çiçekler açtıran bir memleket gibi görünürmüş. Bir gün yolcunun biri görülmüş daha da uzaktan. Yolcu, günlük güneşlik krallığın cazibesine kanmış ve koyulmuş yola. Yol azaldıkça krallık soğumaya başlamış, kara bulutlar eşlik etmiş yolcuya. Çiçekler solmaya, krallık karanlıklaşmaya başlamış.”

Yüzünü buruşturdu bu sefer kağıt yerine. Bu krallığın kötü bir yer olmadığını ancak gelen yolcununun hikayesinde soğuk kalelerden, iç burkan hikayelerden ve akan gözlerden ibaret olduğunu nasıl anlatacaktı? Anlatamayacaktı. Kullanacağı hiçbir kelime bu krallığın kendisine nasıl hissettirdiğini tanımlayamayacaktı. Yine de derin bir nefes aldı ve yazmaya devam etti. “Aradan günler geçerken yolcu bir gün, krallığın en yüksek kulesinin üstünde bir parıltı görmüş. Bu parıltı, daha önce görmediği cinsten güzel renklere sahip, insanın içinde daha önce duyulmamış melodiler yaratan türden güzel bir parıltıymış. Yolcu o gün çektiği bütün zorluklara rağmen krallığa ulaşmayı kafaya koymuş. Bir kere, sadece bir kere o parıltıyı yakından görmek için canını verirmiş.”

Ah sesi yankılandı zihninde. Ah! O parıltıyı görmek için ne kadar yol gittiğini bir yalnızlığı biliyordu ancak şimdi o dahi yanında yoktu. “Bir gün krallığın kapısına varmış yolcu. Çok az insanın girebildiği bir başkasının krallığı açmış kapılarını ardına kadar. Yolcu büyük bir hevesle atmış adımlarını ancak gördükleri karşısında ağzı açık kalmış yolcunun: Etrafta gri şehirler, büyük kuleler ve solmuş neşeler varmış çünkü. Hayat anlamını yitirmiş burada; hüzün ve keder farklı bir biçimde boyunlarını bükmüş, hayaller kırık kırık dökülmüş çakıllı yollara ve neşe çalınmış hep krallığa uğrayanlar tarafınca.” Gözünden bir damla yaş geldi. “Yolcu temkinli adımlarla yüksek kulelere yaklaşmış. Parıltı hala orada, var gücüyle ışıldamaktaymış. Yolcu hemen parıltının büyüsüne kapılıp etraftaki hüznü unutuvermiş. Sonra kapısına varmış kulenin. Kulenin kapısı daha önce görmediği bir kilitle mühürlüymüş. Yolcu mührü kırmak için günlerce uğraşmış ancak bir türlü başaramamış.”

Kalemi bıraktı elinden ve elinin tersiyle sildi gözyaşını. İçindeki duygular yaşlanmıştı en sonunda. Çehresinden akıyordu şimdi. Yazmaya devam etti sessizce, “Aradan aylar geçmiş, yolcu kapının önünde mührü kırmaya çabalarken bir gün kral gelmiş yanına. Bütün çaresizliği ile fısıldamış yolcuya, ‘Bu kapı sana mühürlü. Anahtarı yok, istersen senin yerine ben açmayı deneyeyim.’ Yolcu kenara kaymış. Kral, yolcunun çektiği ızdırabı sonlandırmak adına açmayı denemiş kapıyı. En azından denediğini sanmış yolcu. Kral dönmüş yolcuya sonunda, ‘Elimden geleni yaptım, bu kapı sana mühürlü. Öyle bir mühürlü ki ben dahi açamıyorum.’ Yolcu bükmüş boynunu. Parıltının olduğu kule ona yasakmış, anlayamamış nedenini bir türlü. Sinmiş bir köşeye ve uzaktan izlemiş parıltıyı. Aradan oldukça zaman geçmiş, bir gün yabanıcının biri gelip tek seferde açmış kapıyı ve girmiş içeri. Yolcu şaşkın, izlemiş olanı biteni.”

Ne acıydı… Yabancının birine kolay olan kendisine imkansızdı. Yasak bir kitap gibi uzanamadığı rafların birinde bekler gibi uzaktı ona parıltı. Oysa ulaşsa nasıl mutlu olacaktı! “Yolcu içeri giren yabancının ardından tekrar denemiş içeri girmeyi, yine başaramamış. Zaman geçtikçe umudunu kaybetmeye başlamış, içeri giren yabancı da orada kalmış. Ne giren varmış kuleye ne çıkan… Krallık gittikçe solmaya ve acı ile dolmaya başlamış ve yıllar birbirini kovalamış. Yolcu, kapıda kalmış. Ruhu parıltının açlığı ile kavrulmuş, yüreği çökmüş ve hayat sonunda tamamen anlamsızlaşmış. Yine de yolcu kapının önünden bir gün bile ayrılmamış. Hep gitmek istemiş, bazı günler kapıdan uzaklaşmış ve krallığı terk etmeyi bile denemiş ama yine de hiç becerememiş. Yolcu parıltının yolunda kahrolmuş…”

Son noktayı da koydu masalına. Her masal mutlu sonla bitmezdi zaten. Şöyle bir göz geçirdi yazdıklarını, o kadar yüzeyseldi ki masal! Yolcunun kapının önünde beklediği günlerin neye benzediğini kimse bilmeyecekti. “Kahrolmuş” kelimesindeki kahırın nasıl yüreğini ikiye ayırdığını betimlemeyecekti hiçbir kelime. Derin bir nefes aldı. Yazdığı masalı da buruşturup onu da fırlattı.

Kelimeler yarımdı bugün, yalnızlık yoktu ve krallık soğuktu.

Aklı bir başkasındaydı,

oysa kendisi de kendisine artık bir başkasıydı.

Hadi şimdi daha çok yerde buluşalım!

Yazılardan haberdar olmak ve her ay e-posta almak için abone olun!

İstenmeyen posta göndermiyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir