Küçük Prens ve Cadı
Bir vardı ve bir yoktu. Öyle asırlar önce değil, sadece birkaç buruk akşam önce yazılmış bir hikaye okundu gecenin körüne. Ay, parlamayı unutmuş gibi karanlığını emanet etti bu hikayeye. İçinde iki buruk karakter vardı; birisi diğerinden yaralıydı, diğeri buruşmuş yüreğiyle kendine korku salardı.
…
Zamanında Küçük bir prens vardı. Karanlık sokaklarda bütün aydınlığı ile parlayarak yaşardı geriye kalan yaşamını. Namı “Küçük” olsa da kendisi en az yüreği kadar büyüktü. Kalbinin içine koca bir asrı sığdırır, sevgisiyle insanları kucaklardı.
Bir gün Küçük Prens, bütün heybetiyle arşınladı sokakları. Adım adım ilerliyor ve prensesini arıyordu. O da bu yalnız dünyayla içindeki kalabalığı paylaşmak istiyordu. Herkes gibi o da, bu ıssız sokakları arşınlayacak bir yoldaş arıyordu. İhtişamlı kalbinde eskiden kalma birkaç fırtına vardı, bazen içinden kopuyorlardı. Bu yüzden biraz korkak ama kendinden emin yürüyordu sokakları; biliyordu, karşısına elbet kendisi gibi birisi çıkacaktı.
Bir süre sonra, zifiri bir sokağın köşesinde, kendi halinde bir kadın gördü Küçük Prens. Kadının arkası kendisine dönüktü, öylece dikilmiş gökyüzüne bakıyordu. Küçük Prens’in içi kıpır kıpır oldu, bu gördüğü kadının prensesi olma ihtimali onu heyecanlandırmıştı. Temkinli bir biçimde yaklaştı kadına yavaş yavaş. Yaklaştıkça kadının yüz hatları belirginleşiyor ve gecenin altında bir yıldız gibi parlıyordu. Kadının saçları beline kadar uzanıyordu, bakışları gökyüzünün karanlığı altında buğulanmış, bariz bir şeyler düşlüyordu. Küçük Prens, kadının yanına yaklaştığında sessizce ona sokuldu. Kadın, onu fark etmedi.
Sonrasında büyük cümleleriyle konuştu Küçük Prens, “Bazen en aydınlık düşleri karanlıkta görürüz, öyle değil mi? Düşler, karanlıkta parlamaz mı en çok bir yıldız gibi? Sanıyorum siz de şimdi, bu kendi halinde gecede, bir düşe kapıldınız; kim bilir hangi aydınlığın içinde paralanıyorsunuz…” Kadın arkasını döndü şaşkın bir şekilde. Gözleri yağmurlanmıştı, akıyordu kendi içine. Bütün gözyaşlarına rağmen kocaman gülümsedi kadın. “Haklısınız. Yıldızlar gecesiz nasıl aydınlığı olmayan birer taş parçasıysa düşler de karanlık olmadan sönükler. Ben de bir düş gördüm sanıyorum ki.” Kadın elini uzattı, Küçük Prens kadının ellerine uzandı ve birkaç yüzyıl içerisindeki en buruk tanışma yaşandı.
Hemen ardından Küçük Prensle Kadın derin bir sohbete daldılar. O gece, düşlerden ve karanlıktan bol bol konuştular. Ayın ışığı doğdu üzerlerine, parladılar; sonra güneşin parlaklığı ısıttı içlerini, gözleri kamaşana kadar gevezelik ettiler. Küçük Prens çok heyecanlıydı, sonunda prensesini bulmuş olabilirdi. Bu kadınla konuşmak geceyi bir anda gündüz etmek gibiydi; zaman ansızın kısalıyor ancak aldığı haz uzuyordu. Sanki kadının dudaklarında zaman bükülüyordu. Aradan birkaç karanlık daha geçti, Küçük Prensle kadın sözleşip aynı köşede buluştular hep. Aralarında gittikçe bir bağ oluşuyordu.
Kadın ise kendi halindeydi hep, o akşam içindeki karanlığı bastırmak için sokulmuştu gecenin koynuna aslında. En büyük dileği sevildiği bir ruhun kucağına bırakmaktı kendisini, gökyüzüne bakmış ve bunu dilemişti ayın kendisinden. Hemen ardından adamın biri ile tanışmış ve içi kıpır kıpır etmişti. Kadının güzel bir sureti ama yarım kalmış bir ruhu vardı; yarım kalan tarafını dünyanın kiri ile doldurmuştu. Bu yüzden kalbi tekleyen bir makine gibi pas tutmuştu. Yalnız, o akşam pas tutan yanlarında ufak kıvılcımlar çakmıştı ve bu, kadını şaşırtmıştı.
Aradan bir süre geçti. Küçük Prens ve kadın gittikçe yakın olmuşlardı. Bir gün, ayın bir bütün olduğu bir gecede buluşmaya söz verdiler. Kadın siyaha bezenmiş bir halde dikildi Küçük Prens’in karşısına. Saçlarından yıldızlar düşüyor, kirpiklerinde bulutlar geçiyordu. Küçük Prens, kadının üzerine sinmiş buruk iklimleri göremedi başta. Bariz, Kadının içinde fırtınalar kopuyordu oysa. Sonra konuşmaya başladılar her zamanki gibi.
“Ah ne güzel bir akşam, öyle değil mi? Üstelik siz de bana eşlik ediyorsunuz.” Dedi kadın nazikçe gülümseyerek. Küçük Prens de gülümsedi buna karşın, “Size eşlik etmek; göğü mutluluğa boyamış yıldızların esir aldığı, karanlığın hükmününün neredeyse hiç olmadığı ve ufukta kaybolmuş güneşin hala içimizi ısıttığı bu akşamdan daha güzel inanın ki.” Kadının içerisinde bir yerler okşandı usul usul. Hemen ardından cebinden eğri büğrü bir elma çıkardı. “Teşekkür ediyorum size. Bu tatlı sözleriniz gibi güzel bir elma getirdim size. Benden size bir armağan.” Dedi ve elmayı Küçük Prens’e uzattı. Küçük Prens elmayı tereddüt etmeden aldı ve kadının gözlerinin içine baktı, elmadan büyük bir ısırık alarak çiğnemeye başladı. Kadın, gözlerini kaçırarak tekrar göğe baktı, ilk günkü gibi. “İnsanlar ne karmaşık, ne zor onları anlaması! Ama siz, sisli bir günde parlayan güneş gibisiniz. Yakından bakınca ışığınızın bütün günü aydınlattığı görülüyor.”
Küçük Prens lokmasını yutarken karşısında gördüğü güzel kadının büyüsüne kapılmıştı sadece. Sözleri, kendisi gibi zarifti. Ah, kadına kanmak ne kolaydı! “Siz de güneşi doğuran düzenin kendisi olmalısınız o halde. Siz olmasanız aydınlatamazdım bu sisli günleri.” Dedi Küçük Prens içinde duyduğu kıpır kıpır hisle ancak sonra bir şey oldu. Küçük Prens midesinde bir tuhaflık hissetti ve gecenin yüzüne asılmış yıldızlar dönmeye başladı. Kadın burukça gülümsedi. Küçük Prens bir yere tutunma ihtiyacı hissetti ancak tutunacak hiçbir yeri olmadığından yere çöktü. Kadın ayakta dikiliyor, kendisini izliyordu. “İyi misiniz?” dedi kadın sakin bir şekilde. Küçük Prens kendisini iyi hissetmiyordu, üstelik nedenini anladığı anda ruhu ikiye bölünmüş gibi sancıdı. Bir elmaya bir de kadına baktı. Kadın çömelerek Küçük Prens’e yaklaştı, konuşmuyordu.
Küçük Prens dudaklarını araladı ve konuşmaya başladı, “Bana bunu neden yaptınız?” dedi dünya üzerindeki bütün hayal kırıklarını cebinde toplayarak. Kadın, hala konuşmuyordu. Çok kısa bir an kadının gözleri buğulanır gibi oldu sadece. Küçük Prens tekrar sordu, “Ben size ne yaptım, bana bunu neden yaptınız?” Kadın sonunda mağrur bir hüzünle cevap verdi, “Özür dilerim.”
Küçük Prens’in ruhu karmakarşıktı. Prensesine baktı uzun uzun, dünya gittikçe kararıyordu. O an prensesi sandığı kadının aslında bir cadı olduğu dank etti kafasına. Zehirli elma, büyüleyici sözleri, güzelliği… Her biri birer yanılsamaydı aslında, kendisi de bir cadı. İçinde bir şeyler koptu. Cadı çömeldiği yere oturdu ve Küçük Prensle boylarını eşitledi. “Siz de yalancısınız, öyle değil mi? Duygularımı suistimal edip karanlıkta kaybolacaksınız.” Dedi. Küçük Prens kalan gücüyle konuştu. “Hayır, ben sizi sadece sevmek istemiştim. Ruhunuza ait olmayı düşlemiştim.”
Cadı, kafası karışık bir biçimde baktı Küçük Prens’e. Bu haldeyken dahi Küçük Prens’in güzelliğini koruyan yüreğine şaşırdı, hata yaptığının farkına vararak telaşa kapıldı. “Ah, hayır! Ben… Ben çok üzgünüm.” Cadı ayağa fırladı ve etrafına bakındı. Kendisini parçalara ayıracağını düşündüğü bir ruhun naifliği ile sarsılmıştı. Üstelik devasa bir hata yapmıştı. Şimdi ne yapacaktı? Küçük Prens son nefeslerini verirken Cadı bütün mahcubiyeti ile Küçük Prens’i kolları arasına aldı. Küçük Prens, biraz öfke biraz hayal kırıklığı ile baktı son defa Cadı’ya. Hemen sonrasında son nefesini verdi Küçük Prens.
Cadı ıssız bir akşamda, zifiri bir sokağın köşesinde kollarında Küçük Prens ile kalakaldı. Bu hikayede suçlu olanın kendisi mi yoksa kendisini bir cadıya çevirenler mi olduğunu düşündü. Küçük Prens’i nasıl kaybettiğine üzüldü uzun uzun.
…
Bir vardı ve bir yoktu. Cadı, bir cadıya dönüşmeden önce Küçük Prens’in düşlediği gibi bir prensesti. Sonra avcılar, yüreğini çaldılar defalarca Prenses’in. O da çirkin bir kurbağanın öpücüğü ile bir cadıya dönüştü. O gün Küçük Prens son nefesini verdi ve Cadının elinde mutluluğunun kanı kaldı.


