Blog,  Deneme

Sevdaya Dair

Zamanında yazdığım “Sevda” üçlemesine ithafen…

Oturup kalmıştı kayaların arasında. Önünde içi köpüren deniz, yanında yoldaşı Toprak… Yarısına kadar doldurduğu rakıyı dikti kafasına.
“Aklıma ne geldi bak! Biliyorsun ben öyle yazmayı, karalamayı severim. Geçen yıllarda bir yazı yazmıştım. Saçma sapan bir isim uydurmuştum yazının başrolüne. Saçma dediysem de bakma, hoşuma giden bir ismi layık görmüştüm başrole.” Öne eğilerek dirseklerini dizine koydu ve kadeh ellerinde sarhoşmuş gibi salınmaya başladı. “Neyse, sonraları bir kızla tanıştım. İnanır mısın başrolümün adıydı adı. Aklımda tasvir ettiğim hayali bir karakterdi kendisi.” Toprak’a döndü ve buruk bir şekilde gülümsedi. “Yani sadece adı değil kendisi de kurmacaydı sanki. Öyle aklımın bir köşesinden fırlamış gibiydi ki dünyanın, sonunda benim için de döndüğüne inanmıştım.”

Toprak kafası karışmış bir ifadeyle kendisine döndü. “Nasıl yani? İstediğin bütün kriterlere mi sahipti diyorsun?” Muzurca gülümsedi ve arkasına yaslandı. Derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti. “Yok lan, öyle değil. Aslına bakarsan bir kızda aradığım çoğu şey onda yoktu. Aradıklarımın tam zıttıydı hayatı. Sadece ruhu, olduğu kişi, onu defalarca aklımda çizmiştim. Beni yaşamak denen bataklıktan çekip çıkaran birisini, nihayet anlayan birisini tasvir etmiştim hep. O da beni öyle anladı ki, sandım bu dünyadaki acılarımın yansıması. Şayet kriter olarak sorarsan, yok. Başka zamanda, başka yerde denk gelseydik hayatının kıyısından geçip giderdim. O öyle bir anda girdi ki hayatıma, senelerdir çocuğu olmayan bir ana babanın nihayet çocuğunun olması gibi bir denk gelişti.”

Toprak gerindi ve kendi elindeki kadehini kafasına dikti. “Sen kafayı bozdun iyice ha. Hem aradığım hiçbir şey onda yoktu diyorsun hem de yıllardır beklediğim oydu diyorsun. Hocam, ben anlamadım bu işten!” Ufak bir kahkaha attı. Kahkahası mutluluktan çok anlaşılamamanın hoşgörüsü gibi gecede parladı.

“Şöyle anlatayım güzel kardeşim; büyüdüğü değerler, kendini büyüteceği değerler benim değerlerimden çok farklıydı. Ben geceysem o gündüzdü. Bak benim elimde kadeh, o Anadolu’ya aşıktı. Benim başım, onun yaşına denkti. Farklı zamanların, farklı anlayışların çocuklarıydık biz. Bütün zıtlıklarımıza rağmen tek bir şey tıpatıp aynıydı: ruhlarımız. Benim kanadığım yerden o yarasını sarmıştı. Farklı zamanlarda ve yerlerde aynı yerimizden sancılanmıştık. Bu yüzden gözümden içimdeki hüznü, hüznümden de beni en can alıcı yerimden yakalardı. Ben bu ânı senelerce tasvir etmiştim kafamda. Biri beni tutsun, karşısına koysun ve bütün yalınlığı ile anlasın istedim, yıllarca. Sonra o çıktı karşıma, beni aldı karşısına koydu ve beni benden yalınlaştırdı.”

Az önceki hevesli anlatışını içindeki burukluk baltalamıştı. Cümleleri şimdi daha halsiz, daha yavaştı. Toprak da sessizleşmiş, pür dikkat onu dinliyordu. Dayanamadı, sordu: “Şimdi anladım işte, öyle desene. Vay be güzel kardeşim, hiç haberimiz de yok. Niye daha önce söylemedin? Nerede şimdi kız, bizi neden tanıştırmadım?”

İç çekti ve kadehinden büyükçe bir yudum aldı. Toprak’a nazaran tadını çıkara çıkara içmeyi seviyordu. “Sonra beni anlamadı. Şu iki günlük dünyada belki de beni en çok anlayanın o olmasına rağmen bir gün beni anlamak istemedi. Öyle aptal bir konuyu yoğurup yoğurup pişirdik durduk.” Toprak’a döndü. “Neden mi seni tanıştırmadım? Çünkü kendisiyle ben de yeterince tanışamadım. İkimizin de yarası birbirimize duyduğumuz sevgiden ağır bastı. Yanlış bir iklimde, yaz sıcağıyla sevdim onu. Onun içi kıştı, güneşim içini erittikçe derinindeki korkuları gün yüzüne çıktı. Ben her şeyle başa çıkardım da onun kendisiyle olan savaşında sağ kalamazdım. Zaten kalamadım da… O da korkularını cebine doldurup gitti.”

Kafasını inkar edercesine iki yana salladı. Toprak’a anlatmaktan çok kendisini ikna etmeye çalışır gibi bir çabası vardı. “Aslında önce ben gittim. Beni bu kadar anlıyor oluşuna rağmen beni ufak şeylerde anlayamamasına bir dünya içerledim, ben de gittim.” Toprak da hüzünlenmişti bariz. Kadehini tekrar doldururken arkasına yaslandı ve biraz meraklı biraz çekingen bir şekilde sordu, “Madem sen gittin, neden onun gittiğini söyledin başta? Kim kimden gitti yani?”

“Bana kalırsa eğer o benden gitti. Bak dostum, her gidiş aynı değildir. Kalan mı giden mevzusu var ya hani, asıl gitmek zorunda bırakılan ama içinde yarım kalan acının babasını çeker işte. Ben gitmeye yeltendim, o beni dalına hiç konmadığım bir kuşmuşum gibi silkeledi. Dur diyemeyen bir trafik levhası gibiydi. Pratikte ben gittim ama o teoride beni durdurmaya hiç yeltenmedi. Sonra geri döndüm, onu kaybetmeyi hiç istemedim. Bana gelir gibi oldu, beklememi söyledi. Bekledim. Bir sürü zaman bekledim. Gidişime değil de gelişime yeşil ışık yakmasını beklediğim bir trafik levhasını bekler gibi bekledim hem de. Sonra bana yeşil hiç yanmadı, yaralarımın kırmızılarıyla bekledim orada. İşte bu yüzden seni tanıştıramadım. Benim dahi hayatıma alamadığım bir ruhu başkalarının hayatlarıyla nasıl kesiştirirdim ki?”

Toprak cebinden bir sigara çıkardı ve ona da uzattı. Kafasını hayır anlamında salladı ve gittikçe hırçınlaşan denize kaydırdı bakışlarını. “Biliyor musun, aşk ya da sevda adına ne deniyorsa hepsi yalan. Hepsi bir kurmaca… Sevda, gerçekte olmayan birisinin karşına çıkıp hemen ardından elinden alması kadar saçma! Görüyoruz ya insanları, aşklarından ölüp bitiyorlar falan. Fazla tutkulular ya hani…” işaret parmağı ile şakaklarına birkaç defa bastırdı. “Hepsi buranın oyunu oğlum. Karşımızda bizi anlayan insanları bulunca anlaşılmayı, güzel vakit geçirdiğimizde zamanı, mutluluk pastasından payımızı almışsak mutluluğu aşk sanıyoruz. Duyguları harmanlayıp hepsinin toplamına harman oluyoruz. Düşüşüne geçtiğimiz bir bağımlılık gibi sevda. Başta bizi gerçeklerden alıkoyan, sonra gerçek dünyaya hızla çakılmamıza sebep olan…”

Bu sefer kadehini kafasına dikti ve bir süre sustu. Toprak’ın da gözleri ufukta, içinde sessizlik hakimdi. İçindeki sessizliği bozarak ona döndü ve kısa bir esten sonra konuştu, “Yok lan, o kadar da değil. Aşk ya da sevda, ne boksa işte, var oğlum. Senin benim gibi adamların kapısını çalmadı diye hiçbir evde soluklanmıyor değil ki! Ben görüyorum, harbi diyorum bak. Bazen bakıyorum ne sevenler var. Beraber yaşlananlar, bu hayattaki vadesini birlikte doldurmak için can atanlar… Senin kız düşüşün diye kimseyi uçmuyor sayamazsın. Aşk nerede biliyor musun? Bak…” Eliyle ufuğun denizle birleştiği noktayı gösterdi. “Orada bir yerde işte. Orada, arkamızda, her yerde… Sen görmüyorsun diye bir şey yok olmaz.”

Toprak’ın söyledikleriyle sarsıldı bir an. Düşündü, taşındı. Belki de kendi yanılgılarıyla tartıştı ve ağzını açtı, “Orada mı? Sevda dediğin orada mı sanıyorsun sen? Beraber yaşlananlar alışkanlığın kurbanı, yaşlanmaya can atanlar da cahilliğinin piyonları sadece. Ben de gördüm hocam, nice aşklar gördüm. Ben aşkın bağrından kopup da büyüdüm. İnan bana, sevda denen yalan yüzyıllarca insanoğlunun gözünü boyamış bir sanrı. Kendimizi anlatabilme heyecanımız sevda, anlaşıldıktan sonra bir hevesinin kalmadığı. Birbirine dokunmanın tutkusu sevda, dokunmak bir duyudan ibaret olana kadar heyecanlarımızı yaşama imkanı… Sevda denen saçmalık var ya, onlara uğradıklarını sananların en büyük kandırmacası! Din gibi bir şey şu sevda: olmayan bir tanrıya tapındığın, yargılandığın, mükâfatlandırıldığın, uğruna öldüğün ve savaşlar verdiğin ama bir türlü boyunduruğundan kurtulamadığın… Bak insanlara, aşk uğruna ölüyor ve öldürüyorlar. Tapınıp, kendilerini veriyorlar ama aç içlerini her biri kan revan! Söyle bana var mıymış bugüne kadar sevda denen yalandan sağ çıkan?”

Ne o ne de Toprak konuşuyordu şimdi. Aralarında dalgaların sesi, bir de arkada çalan trafiğin uğultusu… Gecenin içine serpiştirilmiş yıldızlar, altında Toprak ve kendisi… Uzun bir sessizliğin ardından daha kısık bir sesle konuşmaya başladı, “Bahsettiğim kızdan önce bir yaram vardı, dağlayamadığım. Kapamaya her yeltenişimde beni yakamdan tutup yaka paça içine alan bir yaram vardı. Hala da var, ne yalan söyleyeyim. Kız, beni en çok o konuda anladı. Yaralarımı öper gibiydi dudakları. Şiirler yazardı, hakkını yemeyeyim, güzel de yazardı. Birkaçını bana atfetti, sonunda lirikleşti ruhum. Anlıktı işte, anlık bir yanılgıya verdim kendimi. Şimdi elimde kadeh, aklımda yaralardan bir demet var. Sevda denen illet iyi olsaydı, insanın aklı başından çalınmazdı. Geriye ne kurmacalardan çalınmış kız kaldı ne de sevdanın varlığına olan inancım. Eskiden sevgiye agnostiktim, orada bir yerde var olduğuna inanırdım. Şimdi ateiste dönüştüm, ne sevda var ne de sevdalananlar kaldı.”

Toprak onun da kadehini doldurdu yeniden yarısına kadar. Gecenin seyri inançsızlaşmış iki ruhun soluk umuduna evrilmişti. Toprak, sevdaya inanmak istiyorsa da, o Toprak’ın da inancını baltalamıştı. Tanrının ispatını arayan kullar gibi kaybolmuş oturuyorlardı. Kadehlerini tokuşturdular. Toprak artık fısıltıya dönülen bir sesle konuşuyordu, “Ben bile bir şey diyemedim söylediklerine. Haklısın da bir yandan. Sadece umut etmek istiyorum. Orada, hala aşkın olduğuna, sadece bize uğramayacağı kadar şanssız olduğumuza inanmak istiyorum.”

Gülümsedi ve Toprak’a baktı’ “Umut, inancı olmayan kimseler içindir. İnancını kırmış bir şeyin ispatı hiçbir zaman da mümkün değildir çünkü ispatı olsaydı o şeyin, senin inancın kırılmadan yapılırdı. Doğruların ispatı zaman almaz. Doğrudur, görürsün. Sevda diye bir şey yok, hiçbir zaman olmadı. Sevda, tapındıkları tanrının bir kandırmacasıydı, bizlerde zokayı yutan bir balık sürüsü… Bizi tuttular, sonra da olduğumuz kişiyi çiğ çiğ yediler. Boşver. Bak geceye! Ay yerinde, yıldızlar yerinde. Hakikat de gün yüzünde. Boşver.”

Yarısına kadar dolu olan kadehlerini bir kez daha tokuşturdular. “Herkes yarasına kadar içermiş, şerefe o zaman.”


Gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır.

Hadi şimdi daha çok yerde buluşalım!

Yazılardan haberdar olmak ve her ay e-posta almak için abone olun!

İstenmeyen posta göndermiyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir