
Sevgi V Nefret
Naif bir nefretle aynaya doğru döndü, kendisine kıyamayarak gözlerinin en içine baktı. Tezattır ki bakışları alev saçıyordu. İnsan en çok kıyamadıklarına öfkeleniyordu belki de. Bir adım attı aynaya doğru, şimdi kendisi ile burun burunaydı. Yansıması bakışlarının ardına nefreti saklamış, dudakları şefkati ağırlamıştı. Bu haliyle kendisine acıyan bir yetime benziyordu. İnsan bazen kendisini de yetim bırakabiliyordu. Ne kadar sahip çıkmazsan kendine, o kadar yetimleşiyordun içinde. İşte şimdi dünyanın en yetim insanı karşısında dikiliyordu.
Aklındaki cümleler mağluptu bugün. Noktasını virgülünü çalmışlardı insanlar bütün yüklemlerinin. O da kendisine duyduğu nefretin öznesi olarak kuruyordu bütün eksiltili cümlelerini. “Ah be,” dedi. “Beni bana kırdıran dünya kime ne yapmaz ki!” Eli ürkekçe yansımasının yüzüne gitti. Onu okşamak istiyor ama cesaret edemiyordu. “Sana dokunmak, ateşi tutmak gibi sevgili ben, içimi mi ısıtacaksın yoksa tuttuğum yerden beni yakacak mısın kestiremiyorum bazen. Seni sevmek, nefret etmeye ne yakın. Sana yaklaştıkça insanlardan uzaklaşıyorum; insanlardan uzaklaştıkça kendimle yüzleşiyorum. Sonra, kendimi tanıdıkça, insanlara koşmak istiyorum. Böyle anlarda seni sevmeye çalışmak nefret etmeye yakınlaşmak gibi geliyor. Çünkü bazen gördüğüm bu canavarın yaratıldığını mı yoksa sadece ortaya mı çıktığını anlayamıyorum.”
Sonunda cesaretini toplayıp yansımasının yüzünde gezdirmeye başladı parmaklarını. “Ah benim yaralı tarafım… Ah benim yaralayan yüzüm… Keşke ikisi birden olmasaydın. Öfkemin okları seni vurmasaydı da ağlamasaydın kendini sırtından vurdun diye. Keşke kendine taktığın çelmeye düştün diye içerlemeseydin. Hayat işte!” Gözleri doldu yavaş yavaş. İçindeki nefret, aynadakini kendisine nefret duyuyor hale getiren yanınaydı; kendisini parçalara bölen parçasınaydı. “Seni içimden söküp atsam, arınırım bütün günahlarımdan ama o zaman da ne kalır ki benden geriye!” Gözünden taşan yaşlar yanaklarına doğru yol aldı. Damlalar isyankar bir biçimde birbirleriyle yarışıyordu yüzünde: kazananı hiç olmayacak bir yarıştı bu. Sadece mağlupiyetin altını çiziyorlardı işte.
“Bir gün seni gerçekten seveceğim, korkma. Senden yeterince nefret ettikten hemen sonra kucak açacağım sana. İçimdeki bütün öfkeyi tüketmeliyim önce. Benden yarattığın canavarı tutamıyorum artık, sen de nasibi almalısın bir noktada. Endişelenme, seni incitmek istemiyorum. Zaten ne kadar incinmiş olduğunu biliyorum ama içimde biriktirdiğin kinle de başa çıkamıyorm. Ben seni nefret ederek seviyorum. Yakınlaştıkça çirkinleşen yüzlerini sindire sindire, hatalarından korkarak, sana kıyamayarak ama seni kendinle yüzleştirerek seviyorum. Bir gün sana dokunacağım, üstelik elim de yanacak ama ne olursa olsun bir gün seni tutacak ve yetim bırakmayacağım. Sadece bugün, eylemlerinin sonuçlarına katlanman gereken bir gün. Bu yüzyıl, öyle bir yüzyıl. Sen kendine bir ayna kadar uzaksın, ben sana nefret dolu birkaç yüzyıl kadar yakınım. Sevgili ben, biz farklı dünyaların yansımasıyız; sen aynanın içindeki yaralı tarafımsın, ben karşında dikilen kanatan yanınım.
Ve bir gün saran taraf olmayı öğrendiğimde seni nefretimden arıranak sevmeyi başaracağım.”

